Kur´an ve hadisler, insanları merhametli, şefkatli, cana yakın, hoşgörülü olmaya davet eder.

Merhametsizliği ve özünde merhametsizliğin bulunduğu zulmü, gaddarlığı, işkenceyi ve haksızlığı şiddetle yerer. Merhametsizlik pek çok kötülüğün kaynağı ve sebebidir.

Müslümanlar birbirlerine karşı merhametli olmak zorundalar. Yüce Allah müminlerin birbirlerine karşı çok merhametli olduklarını ifade etmiştir.

    Diğer bir âyette ise müminlerin birbirlerine merhameti tavsiye ettiklerini beyan buyurmuştur.

İnsanî duyguların en seviyeli, en yücesi, en değerlisi merhamet ve şefkat olduğu gibi, en kötüsü de merhametsizlik ve acımasızlıktır. Hz. Peygamberi çocukları severken gören ve bunu yadırgayan bir kişiye Resûlullah (s.a.v), "Allah merhamet hissini yüreğinden çıkarmışsa ben ne yapayım"demişti.

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a), Allah Resûlü´nün (s.a.v) şöyle buyurduğunu haber verir: İnsanlara merhametle davranmayana Allah Teâlâ merhamet etmez,"

Diğer bir hadiste ise Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Merhamet, ancak şakinin (ebedî hüsrana uğrayanın) kalbinden çıkarılır”.

"Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız. Affedip bağışlayınız ki siz de bağışlanasınız."

Ebû Hüreyre´nin (r.a) bildirdiği hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem {s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizden öncekiler arasında bulunan biri, yolda atılmış bir dikene rastladı. Kendi kendine, vallahi

müslümanlara eziyet vermemesi için bu dikeni yoldan alacağım, dedi. Allah Teâlâ bu yüzden onu af ve mağfiret etti."

İbn Ömer´in (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

"Bir kadın, bir kedi yüzünden azaba uğradı. O kadın, kediyi bağladı. Ölünceye kadar aç bıraktı. O

kedinin yüzünden cehenneme girdi."

Ebû Hüreyre´nin (r.a) bildirdiği hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem buyurdular ki:

"Cennete merhametli kimseden başkası girmeyecektir."

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

"Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzûndekilere karşı

merhametli olun ki semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahîm (akrabalık bağı) rahmân´dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa Allah da ondan (rahmet bağını) koparır."

Peygamberimiz´e (s.a.v) bir kadın geldi. Yanında iki çocuk vardı. Peygamber Efendimiz´den bir şey istedi. Resûluliah Efendimiz (s.a.v) ona üç hurma verdi. Kadın çocuklarına birer tane verdi. Çocuklar, bunları yiyip bitirince annelerine baktılar. Kadın kalan hurmayı da ikiye bölüp yarısını birine, yarısını diğerine verdi. Bu manzarayı gören Peygamber Efendimiz (s.a.v),

"Allah Teâlâ, çocuklarına merhameti sebebiyle, o kadına merhamet etsin" buyurdu.

Biri Muâz b. Cebel´e (r.a), "Bana öğüt ver" deyince, Hz. Muâz, "Merhametli ol ki ben de senin cennete girmene kefil olayım" dedi.

Ebû Süleyman-ı Dârânî (k.s) şöyle derdi: "Allah Teâlâ´dan razı olmak ve O´nun kullarına merhamet etmek, peygamberlerin ahlâkındandır."

Ebû Abdullah el-Mağribî (k.s) şöyle derdi: "Günahkârlara merhamet gözüyle bakmayan

yoldan çıkmış olur."

MERHAMET TİMSALLERİ

 

Hz. Peygamber (s.a.v), "Ümmetimin abdalları (erenleri), çokça namaz kılmaları veya çokça oruç tutmaları sebebiyle cennete girecek değillerdir. Fakat onlar, herkese karşı temiz kalpli, cömert gönüllü ve bütün müslümanlara karşı merhametli olmaları sebebiyle cennete gireceklerdir" diye buyurmuşlardır.

Ebû Bekir-i Sıddîk da (r.a) sahâbe-i kiramın (Allah hepsinden razı olsun) en merhametlisi ve

sehavetlisiydi. Geceleri sabaha kadar âsi ve günahkâr kulların affı için gözyaşı döker, gündüzleri de elinde avucunda ne varsa hepsini yoksullara dağıtır, malî yardımda bulunurdu. Müsait zamanlarında da hastaları, dulları, yetimleri ziyaret eder, ihtiyaçlarını giderir, gönüllerini alırdı. Bedeninin zayıflığına rağmen o, bu hizmetleri, derin merhamet ve sehavet ölçüsünde değerlendirmesini bilirdi.

Ebû Osman el-Hîrî (k.s) halka vaaz etmeye başlayınca, şeyhi Ebû Hafs (k.s),

"Seni onlara vaaz etmeye sevkeden şey nedir?" diye sordu. Ebû Osman şu cevabı verdi:

"Onlara olan şefkatim. Onlara o kadar acıyorum ki hepsine bedel beni cehenneme atsalar buna

razıyım."

Bâyezid-i Bistâmî (k.s) halka olan merhametini şöyle dile getirirdi: "Allahım, beni cehenneme at ve vücudumu o kadar büyüt ki orada başka birine yer kalmasın!"

Ondan önce Hz. Ebû Bekir (r.a) şöyle demiştir:

"Yâ Rabbi! Muhammed ümmeti yerine beni cehenneme at ve vücudumu öyle büyüt ki benden

başka kimseye yer kalmasın."

Büyük velîlerden Ma´rûf-i Kerhî (k.s) bir günahkârı gördüğünde onun bağışlanması için dua eder, rahmet diler ve şöyle derdi:

"Allah Teâlâ Hz. Muhammedi (s.a.v) İnsanların kurtulması ve rahmete mazhar olmaları için

peygamber olarak göndermişken; şeytanı da (Allah lanet etsin) onları helak etmek, lanetine uğratmak için göndermiştir."

Ömer b. Abdülaziz (rah) evinin çevresinde konaklayan arkadaşları geceleyin uyuduklarında

kendilerine hissettirmeden sabaha kadar eşyalarına bekçilik yapardı.

Onların Hesabı Benden Sorulacak

 

Eslem (r.a) şöyle anlatır: Hz. Ömer halife iken, Medine´de her zamanki âdeti üzerine, gece şehri

dolaşıyordu. Ben de onunla idim. Dolaşırken, şehir kenarında kurulmuş çadırda bir kadın ve ağlaşan çocukları gördük. Çadırın önündeki ateşin üzerinde kaynayan bir tencere vardı. Ömer (r.a) kadına hitaben, "Ey hatun, bu çocuklar niçin ağlaşırlar?" dediğinde kadın, "Açlıktan" cevabını verdi. O zaman Hz. Ömer, "Peki bu kaynayan tencere nedir?" diye sordu. Kadın,

"Onda su ve taşlar vardır, çocukları onunla avutarak uyutmaya çalışıyorum" dediğinde, Ömer (r.a) şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı ve kadına, "Bize biraz izin verin geleceğiz" dedi. Doğruca beytülmâle (hazineye) gittik. Bir çuval un, et, yağ, hurma, elbise, para koydu ve,

"Ey Eslem! Çuvalı sırtıma yükle" dedi. Ben, "Ey müminlerin emiri! Ben sizin hizmetçinizim.

Ben götüreyim" deyince Hz. Ömer, "Hayır, yâ Eslem! Benim taşımam lâzım. Çünkü kıyamet günü onların hesabı benden sorulacak" dedi ve çuvalı yüklendi. Eve kadar kendisi götürdü. Kadının evine varınca çuvalı yere koydu, İçindekilerini çıkardı, kaynayan tencereye boşaltıp içine yağ, un, et koydu ve karıştırdı. Ateşi üfleyerek yaktı. Ateşi üflerken, mübarek sakalları arasından dumanların çıktığını gördüm. Yemek pişince, çocuklara yedirdi, içirdi. Nihayet çocuklar doyup neşelendiler. Sonra Ömer (r.a), "Şimdi gidelim yâ Eslem" dedi.

Enes b. Mâlik (r.a) şöyle nakleder:

"Hz. Ömer (r.a) bir gece devriye gezerken, bir kafilenin konakladığını görür ve onlara karşı hırsızlık yapılmasından endişe eder. O esnada Abdurrahman b. Avf ile karşılaşır ve der ki:

´Ey müminlerin halifesi! Gecenin bu saatinde seni buraya getiren nedir?´ ´Gece devriye gezerken konaklamış bir kafileye rastladım. Gece uyuduklarında hırsızların eşyalarını çalmasından korktum. Gel beraber onların eşyalarını bekleyelim!´ Kafiledekilere yakın bir yere otururlar ve onlara bekçilik yaparlar. Fecir doğup sabah namazı vakti girince Hz. Ömer (r.a) şöyle seslenir: ´Ey kafiledekiler, namaz vakti!´ Yolcuların kalkmaya başladığını görünce yanlarından ayrılırlar."

İnsanlara Merhameti Az Olan Vali Olamaz

İmam Mâlik (rah) şöyle nakleder: "Ömer b. Hattâb (r.a), halifeliği zamanında Şam civarındaki şehirlerden birine, vali olarak birini göndermek istedi. O zat tayin emrini almak için küçük çocuğu ile Hz. Ömer´in huzuruna çıktı. Hz. Ömer, o çocuğu kucağına alarak öptü. Bunu gören vali adayı, "Ey müminlerin emiri, çocuğu kucaklayıp öptünüz. Halbuki benim birkaç evlâdım olduğu halde, şimdiye kadar hiçbirini öpmedim" deyince Hz. Ömer, "Demek sen çocuğuna bile şefkat ve merhamet ile davranmayan bir kişisin. O halde insanlara karşı merhamet ve şefkatin de az olur" diyerek tayin emrini geri aldı ve, "Emri altında olanlara merhameti olmayan kişiden vali olmaz" dedi.

GÜLER YÜZ ve GÜZEL MUAMELE

 

Müminlerin güzel ahlâkından biri de mümin kardeşlerine karşı güler yüzlü, tatlı sözlü, samimi ve

sıcak olmalarıdır. Bu kalpteki Allah sevgisinin yansıması, imanın gereği ve merhametin ortaya

çıkmasıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v), müminlerdeki bu ahlâkın faziletini şöyle belirtmiştir:

"İki mümin karşılaşıp musafaha ettikleri (tokalaştıkları) zaman, üzerlerine yüz rahmet iner.

Doksan rahmet içlerinde en güler yüzlü ve cana yakın davranana verilir, onu da diğerine verilir." Bu Allah´ın bir lutfudur. O, kendisi için yapılan bir sevgiyi ve ilgiyi zayi etmiyor, ona sevap veriyor. Mümin, birine verdiği selâmdan, sorduğu hatırdan da mükâfat alıyor.

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizler, mallarınızla insanları hoşnut edip gönüllerini alamazsınız, onlara güler yüz ve güzel

ahlâkınız ile muamele edin.

Ebû Zer´in (r.a) rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Ey Ebû Zer! Mâruftan (iyilik) hiçbir şeyi hakir görme, hatta bir kardeşini güler bir yüzle karşılaman bile (basit bir şey değildir). Yemek için bir tencere kaynattığın zaman suyunu çok koy ve ondan komşuna da ver."

Güleryüz, gülleri açmış bir bahçe gibidir. Seyredenlere bir güzellik verir. Özellikle aile hayatında güleryüzün önemi inkâr edilemez. İnsan evindeki huzuruna göre topluma huzur katar. Evinden güleryüzle uğurlanmış bir erkek, sabahtan akşama kadar etrafındakilere tebessüm saçar. Bir gülümsemenin pek çok boşanma teşebbüslerini önlediğine hepimiz şahit olmuşuzdur. Asık surat, sert söz yuvaları çekilmez hale getirir. Samimiyeti kaldırır. İnsanların kalplerini karartır. İyi

fikirler beslemekten uzaklaştırır. Müslüman güler yüzlü, tatlı dilli olmalıdır. Çünkü peygamberimiz {s.a.v) kimseye karşı yüzünü ekşitmemiştir. Herkese mütebessim davranmıştır.

Mütebessim olmakla çok dostluklar elde etmiş oluruz. Gönüllere taht kurarız. Günahkâr da olsa

herkese iyi davranmamız gerekir. Kendimizi sevdiremediğimiz insanlara inancımızı hiç sevdiremeyiz.

Hz. Ali (r.a) ne güzel söylemiş:

"Öyle bir ömür geçirin ki düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasınlar."

Hz. İsâ (a.s) irşad ediyor, yahudiler de ona kötü sözle mukabele ediyorlardı. Biri İsâ aleyhisselâma dedi ki: "Onlar sana çirkin sözler söylüyor, sen ise onlara dua ediyorsun."

Hz. İsâ cevap verdi: "Canı olan gönül sahibi, içinde nesi varsa onu harcar..."

Evet, herkes malını satar. İnsanda iyilik varsa iyilik gösterir. İçi kin ve nefretle dolu ise kötü davranır. Yüzümüz de sözümüz de güzel olmalıdır. Çünkü biz şefkat ve merhamet peygamberinin ümmetiyiz. Böyle olmak bize çok şey kazandırır.

Vüheyb b. Verdin (k.s) bir sözü: "İnsanları idare etmesini bilmeyen İmanın tadını alamaz."

Muhammed b. Fazl (k.s) düşmanları ile birlikte oturur, kendilerine tatlı sözler söyler ve onlarla beraber yemek yemeleri için ısrar ederdi. Bu davranışı eleştirenlere şöyle demiştir:

"Onların düşmanlıklarının ateşini söndürmek için böyle davranıyorum!"

İbn Abbas (r.a) şunu nakletmiştir:

"Allah Teâlâ Hz. Musa´ya şöyle vahiyde bulunmuştur: ´Ey Musa, mahlûkatımdan en kızdığım

kişi kalbi kibirli, dili kaba, eli cimri ve huyu kötü olandır."

Allah Teâlâ Hz. Davud´a şöyle vahyetmiştir:

"Ey Davud! Sana haksızlık yapana karşı saldırgan olma, sonra sana olan yardımımı keserim."

Şeyh Efdalüddin (k.s), birinin kendisinden hoşlanmadığını, kendisini eleştirdiğini duyduğunda

şöyle derdi: "Demek ki bu zatın kalbi benim eksikliklerimi farkederek, Rabbim´e karşı hile yapacak çirkinlikleri sakladığıma nüfuz edecek kadar nurlu imiş!

Yine bu zatlardan herhangi biri, müslümanlardan birini sevmeyen nefsiyle tartışır ve, Kardeşinden hoşlanmamanda haksızsın, onun davranışlarını niye iyiye yormuyorsun?"

Evet, geçmiş büyüklerin hepsi bu şekilde yükselmişlerdi. Onlar her olayda yüksek makam ve

haller iddiasında bulunan nefislerini kınar, kendi benliklerini sorumlu tutarlardı. Söz gelimi herhangi biri nefsine şöyle seslenebiliyordu: "Farzet ki gösteriş ve riyakâr olduğunu yüzüne vururken sana karşı yalan söyledim, ama seni, falanca yabancının bu sıfatlarla anmasına ne diyeceksin? Elinde bir belge olmadıkça onun da yalan söylediğini iddia edemezsin, oysa elinde böyle bir belge de yoktur."

Mâlik b. Dînâr (r.a) anlatıyor: "Bir yıl sürekli nefsimle didişip durdum, o ihlâslı olduğumu iddia ediyor, ben de yalan söylediğini belirtiyordum. Derken bir gün Basra sokaklarında dolaşırken bir kadının diğer bir kadına, ´Hişt, riyakâr bir adamı görmek istiyorsan işte bu o, Mâlik b. Dinar´dır,

ona bak´ dedi. Ben bunu duyunca nefsime karşı zafer kazandığım için çok sevindim, kendisine döndüm ve, ´Ey nefis! Çirkin lakabını işte bu sâliha kadından duy´ dedim." Bu olaydan sonra Mâlik b. Dînâr (r.a) hep şöyle derdi: "Riyakâr bir adama bakmak isteyen bana baksın!"

Bir velîye "Daima halkı güler yüzle karşılıyorsun" dediklerinde, "Az bir şeyle belâyı defetmek güçtür, ama güler yüzle dost kazanmak kolaydır" demiştir.

Bir hikmet sahibi der ki: "Oğulcağızım, iyilik pek kolaydır; güleç bir yüz, tatlı ve yumuşak söz."

Hz. Ali (r.a), "Yumuşak huylunun yumuşaklığı yüzünden ilk kazancı, bütün insanların kendisine

yardımcı olmasıdır" derdi. Yumuşaklık, "insanı kin ve öfke heyecanından alıkoyandır" diye tarif edilmiştir. Bu da insanları gerçekten yükselten birtakım sebeplere bağlıdır: insanları yücelten sebeplerden birincisi cahillere merhamettir. Bunun kaynağı kalp inceliği ve gönül yufkalığıdır.

Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî (k.s) sohbetlerinde, insan aynen bir köprü gibi olmalı, der ve eklerdi: "Nasıl ki herkes, iyi kötü, zalim, fena bütün millet gelir, köprüden geçer de köprü hiç ses çıkarmadan, daralmadan hepsinin geçmesine müsaade ederse, insan da işte bu köprü misali, herkesle iyi geçinmeli, muhatabı ister zalim, ister münafık, ister hırsız, isterse fâsık olsun idare edip iyi geçinmelidir."

Şeyh Sa´dî-i Şîrâzî (k.s) ne güzel demiş: "Arkadaş! Yumuşaklıkla düşmanın derisini bile yüzebilirsin. Sert muamele ise dostu dahi düşman eder. Örs gibi katı yüzlülük eden herkes, kafasına muhakkak çekiç yer."

 Haftaya başka bir konuyla buluşmak üzere..Hoşcakalın..

 

ALİ ÖZCAN / NEVŞEHİR