Sahte renklerin hüküm sürüyor, havayı barut kokularının ağırlığı kaplıyordu. 1978 yılının soğuk nisan günleriydi. İlk kez hayaline kandığım memleketimin başkentine atmıştım kendimi. Niğde Yurdu sığınağım olmuştu. Kurtuluştan Demirtepe´ye kadar yürüdüğüm günlerdi. Hergün Gazetesi, Genç Arkadaş, Töre, Devlet ve Hasret Dergileri aynı binada soluklanıyordu. Hasret gündüzleri durağım olmuştu. İlk gün gördüklerim hala tazeliğini koruyor.

     Yanındaki gençlere çizdikleri desenlerle ilgili konuşma yapan, tespitlerde bulunan bir hoca vardı karşımda. Öğrencilerinin desenlerini inceliyor çok iyi gördüğümü sandığım çizgilere eleştiriler getiriyordu. Çizdiği desenlerdeki gibi karşımda dinamik duran hoca o yıllarda Ülkücü Hareketin kitap, dergi ve mecmualarında çizgilerini gördüğümüz rahmetli Coşkun Karakaya idi.

Yanındaki gençler ise Ali Düzgün, Osman Altıntaş… Ve bir de sakin ve rahat bir duruş sergileyen bir ressam daha vardı. Adını duyduğum, resim çizmeye ilk başladığımda esin kaynağım olan biri. İlk kez kendisini görüyordum. Tanıştığımız bu kişi ise Mehmet Başbuğ idi. O sırada henüz yolun başındaydım. Çizdiklerimle ilgili görüşleri olumlu yönde geliştirmemle ilgiliydi hep.

     O yıllarda Ülkücü Ressamlar Derneğini de kurmuşlar ve sürekli çalışma içindeydiler. Esir Türklere Bağımsızlık temalı sergi hazırlıkları yapıldı. Ressamlarımızın çalışmalarını yakından takip ediyor ve yeni şeyler öğreniyordum. Sergi açılmış ve açılışını da rahmetli Alparslan Türkeş yapmıştı.

    Aradan yıllar geçti. 12 Eylül cuntası iş başına geldi. Birçok kişi zor günler geçiriyordu. Yine o dönemlerin yumuşamaya başladığı sıralarda Kültür ve Turizm Bakanlığının bünyesinde yarı resmi ve tüzel olarak dört meslek kuruluşu faaliyete geçti. Bu kuruluşlardan biri de GESAM (Türkiye Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)´dı. Bu meslek birliğinin Genel Başkanı da Prof. Dr. Dinçer Erimez´di.  Bu meslek birliğiyle birlikte Mehmet Başbuğ Hocamla tekrar buluştuk, görüştük. Çeşitli şehirlerde karma sergilere katıldık. Güzel sohbetlerimiz oldu. Konya Selçuk Üniversitesinde görev yaptığı sırada bizleri evinde ağırladı. O yıllarda oğlu Fatih Başbuğ ile tanıştık. Hocam ve oğulları Fatih ve Fırat ile dostluğumuz halen devam ediyor.

    Mehmet Başbuğ Türk Resim sanatında kendine özgü bir renk tarzı geliştiren ve çalışmalarında Anadolu insanlarını resmeden Milli duyarlılığa sahip sağlam duruşlu bir sanatçıydı. Çalışmalarında; Türk Tarihi, Türk Destanları, Kurtuluş Savaşı döneminden izler, göçler, Türk kahramanlığında önemli bir yere sahip atlar, kırsal köy hayatından kesitlerin bulunduğu, kağnılar, at arabaları, keçiler, kırsal ve kent olgusunda kahveler, Anadolu insanlarının yiğit, vakur ve çilekeş duruşları, Türk dünyasının mirası tarihi binalar önündeki figürlerini kırmızı, kahverengi ve beyaz ağırlıklı renk tonlarıyla resmetti durdu. Onun derdi Türk Dünyası ve Anadolu Coğrafyasıydı. Onun için de batılı sanat akımlarını benimsemedi. Bu saikle de Türk büyüklerinin portelerini ustalıkla tuvallere işledi.

    O Türk dünyasını ve Anadolu insanını toplumsal gerçeklik üzerine yansıtan çok az sayıdaki Türk resim sanatında önemli kişilerden biriydi. Kendisi mütevazı ama çizgileri dinamikti. Aramızdan ayrıldı renklerin ve çizgilerin usta ressamı. Türk dünyası bir ustasını kaybetti. Allah rahmeti üzerine olsun!