Atalarımız “Aynı sudan iki defa yıkanılmaz" demiştir. Çünkü ırmak durmaksızın akar, artık o temasta bulunulan ilk suya yeniden ulaşma durumu söz konusu değildir. Tarihte yaşanmış herhangi bir olay da aynı ırmaktaki su gibidir. Bir önceki şekliyle asla tekrarlanamaz. Ne tarihteki olayın yaşandığı zaman dilimine tekrar gidebiliriz, ne olayın vuku bulduğu mekânı aynen bulabiliriz, ne de yüzyıllar önce olayın merkezinde bulunan bir insanın bizzat kendisini muhatap alabiliriz. Tarihi bir vaka, kendi bağlamı içinde, siyak ve sibakına göre oluşan şartlar ve değişkenler çerçevesinde incelenmelidir. Geçmişteki bir olayın bugün yaşanan başka bir olaya benzer yönü tespit edildiğinde tarihin tekerrür ettiği zannına kapılabiliriz. Ama bu zan mevzu bahis iki olayın ortak yönlerinden kaynaklı alelade bir zandır. Geçmişteki olay ile şu an yaşadığımız olay arasında sadece birkaç basit benzerlik vardır. Yani tarihin aynıyla tekerrür etmesi imkânsız bir meseledir. Hem hiçbir olayın aynı da yoktur. Kavimlere, şahıslara, zamana ve eşyaya dair olgular değişmiştir. Her şey aynı olsa bile aynı sebepler aynı sonuçları doğurmak zorunda değildir.

TARİHİN TEKERRÜR İNANCI FAAL ALLAH İNANCINA ZARAR VERİR

Tarihin tekerrür edeceği inancı, kendi içinde Allah inancını yok eder. Çünkü Allah olayları yaratır ve müdahale eder. Sebep ve sonuçlara bağlı net bir hayat yoktur. Mesela aynı hastalığa sahip kişilerin kimisi doktorların tedavi için önerdiği aynı haptan şifa bulurken kimisi bulamaz. Hatta bazısı aksine ilacı kullandığı oranda daha kötü bile olabilir. Bir kavim kuvvetlidir ama karşısındaki kavim sayı olarak az da olsa samimiyetle Allah’a güvenmiştir. Zafer Allah’ın elindedir. Allah’ın müdahalesi farklı farklıdır. “Allah olayları birbirine bakarak yaratmaz” Allah için “Bir kavim vaktiyle şöyle yapmıştı, aradan yüzyıl geçtikten sonra başka bir kavim de buna benzer iş yapıyor. O halde şöyle yaratmam gerekir” diye bir mecburiyet asla yoktur. Bu Allah’ı manipüle etmek olur. Oysa ki hükümran olan O’dur. Dilediği işi dilediği gibi yaratır.

Tarih, kendi geçmişine bağlı olan insana bir rol biçer ve insan kendisine biçilen rolün adamı olmak zorunda hisseder. Aslında tarihin insanı yönlendiren bir yanı vardır. Özgürlüğümüzü engelleyen bir ön bellek oluşur ve artık ön yargı ile etrafa bakarız. Türkiye tarihine baktığımızda komşumuz olan veya olmayan birçok ülke ile bir dönemler savaş halinde bulunduğumuzu görürüz. Yunanlar düşmanımız, Ermeniler düşmanımız, Araplar bizi arkadan vurdu, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa, Avustralya... Dünyada savaşmadığımız kavim yok gibidir. Peki, biz kimle savaştık? Bir kere siz ve ben savaşmadık. Dedemizin dedesinin dedesi bugünkü Yunan’ın dedesinin dedesinin dedesi ile savaştı. O halde “tarih canlı tutuldukça tekerrür eder” söylemine göre tarihte mücadele etmiş olduğumuz bu kavimlerin hepsi bugün de bize düşmandır. O zamanki savaşta tarafların oluşması sürecini, savaşın sebeplerini, zamanın şartlarını göz önünde bulundurmadan “tarih tekerrür eder, bunlar bizim düşmanımızdır” demek ve yedi düveli kendimize düşman görmek ne kadar doğrudur? Kendi hayatımızda bile bir zamanlar kavga ettiğimiz fakat sonra dost olduğumuz insanlar vardır. Tarihe gereğinden fazla değer vermek yaşamı felç eder. Geleceğe giden insanlar geçmişin zincirleri ile ilerledikçe hep sıkıntı çekerler.

TARİH VE ŞEFFAFLIK

Tarih, geçmişimizi öğrenebilmemiz için başvurabileceğimiz önemli bir kaynaktır. Lakin herkesin farklı anlattığı tarih, bize geçmişi ne derece şeffaf sunabilir? Bugün Suriye’de olanları nasıl kayıt altına alıyorlar, gelecek nesiller bugün orada yaşanan olayları nasıl bilecek?

  1. Devlet yanlısı bir tarihçi, yakın dönem Suriye tarihini yazarsa bu olaylarla alakalı olarak “Suriye’deki bazı azgınlar, asiler devlete isyan etti. Suriye, Rusya ve İran ile birleşerek bu isyanı bastırdı” deyip, olaya da “Halep Milis İsyanı” adını vererek tarihe not düşebilir.
  2. Zulme uğrayanlar arasından bir tarihçi aynı olayları yazarsa “Devlet, sözde bekasını koruyabilmek için kafasına göre hapishanelere insanları doldurdu, onlara zulmetti ve masum halktan binlerce insanı dönemin uluslararası savaş kurallarını hiçe sayarak yasaklı silahlar kullanmak suretiyle katletti” diye yazacaktır.

Hangisini doğru kabul edeceğiz? Suriye’de kaldığım dönemde şahit olduğum bir olayı paylaşmak isterim: Seçim vardı, halk seçimini yapmak adına sandıklara gitmeye devam ediyordu ama akşam ezanına doğru seçim sonucu açıklandı. Sorun yok millet oyunu kullana dursun.

Aslında tarihte yaşanan olaylar bir tarihçinin eline bırakılamayacak kadar mühim meselelerdir. Olayların psikolojik, sosyolojik boyutlarından hiç haberimiz olmaz. Zalim olan insanların ölmeden önce insanlıktan nasıl da kaçtıklarını anlayamadan tarih kayıt düşer. Etrafını ihata edemeyeceğimiz bilgilere biz tarih diyoruz. Belki de tarih bir kaç liderin egosundan başka bir şey değildir.

İki ülke arasındaki savaşı bu iki ülkenin kendi tarihçilerinden bir okuyalım, bakalım savaş nasıl da farklı farklı haller alıyor. Hatta bazen aynı ülkenin iki farklı tarihçisinin ayrı ayrı bahsettikleri ortak bir olayda bile örtüşen noktalar bulmak imkânsız hale gelebilir. Biz eşyayı, onun aslını ve asla nüfuz edemeyeceğimiz içindeki hakikatleri bir sonraki nesle belki de biraz kurgu ya da kendi perspektifimizde bulunanlardan eklemelerle anlatmaya çalışıyoruz. Olayların birbirleri ile ilişkilerinde ancak Allah’ın bilebileceği şeyleri bile kendi zihnimizde oluşturduğumuz yapbozda bir yerlere oturtmaya çalışıp “Bu iş şöyle şöyle oldu” diyoruz. Anlaşılmaz olan şeylerin yerine koyduğumuz anlaşılır bilgiler dışarıya yönelik amaçlar ile belirlenmiş işlerdendir.

Yani şunu söylemek istiyorum, geçmiş ihata edemeyeceğimiz kadar geniş bir bilgi birikimidir. Hatta tarihteki en ufak bilgi bile bizim için tam anlamıyla ihata edilemez bir haldedir. Geçmiş de gelecek de gaybın bilgisidir. Geçmişin bilinmezlikleri, insanlar üzerinde inandırıcılık oluşturulabilmesi için “Şu şöyle oldu, bu da böyle oldu ve sonuçta savaşı biz kazandık” şeklinde kesinlik bildiren kalıp cümleler kullanılarak sunuluyor. Neticede geçmişin bilgisine hükmettiğimiz kanaatine varılıyor.

Meşhur tarihçi İbn-i Ebi’d-Dünya, dünyanın tarihini yazmaya karar vermiştir. Evinde otururken kapının önünde bir kaza görür. At, bir çocuğa çarpmıştır. Hemen olay mahalline iner. O sırada kazayla ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışan birkaç kişi görür. Bunlardan birisi kazanın atın ürkmesi sebebiyle yaşandığını söylerken bir diğeri çocuğun atı görmemiş olmasının kazaya sebep olduğunu ileri sürer. Atın ayağının çukura girmesinden ötürü dengesini kaybederek düşerken çocuğa da çarptığından bahseden bile vardır. Bir de bakar ki az evvel gözleriyle gördüğü bir meselede bile hemen beş ayrı rivayet piyasaya çıkmıştır. O bundan ders çıkararak hiç görmediği meseleleri ilmen kuşatamayacağını anlamış ve dünya tarihi kitabını yazmaktan vazgeçmiştir. Binlerce küçük nedenin etkili olduğu yerde birkaç sebepten bahsedilemez.

Bakınız Allah Meryem’den haber verirken bu geçmişin haberidir. “Biz sana bildirmesek sen nereden bilecektin?’ diye de uyarır. Hâlbuki Hz. Meryem hakkında ağızlarda, hikâyelerde, bir şekilde Yahudi kültüründe bilgiler var idi. Ama işin aslı Allah’ın anlattığı gibi mi anlatılıyordu? Tabii ki hayır. Yine de Meryem olayı, anlamlandırılabilmek için Yahudi tarihinde kayıt altına alınmıştır.

“Bunlar sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himayesine alacak diye kura çekmek üzere kalemlerini atarken, sen onların yanında değildin; onlar tartışırken de sen yanlarında değildin”. (Âl-i İmran Suresi 44. Ayet)

Bugün FETÖ ile yaptığımız mücadeleyi kaybetmiş olsaydık, belki ileride Fethullah Gülen'in türbesi dikilecek, insanlar “Bir Allah dostunu ziyaret edelim” diyeceklerdi. Yüce direnişçi, İslam büyüğü olarak anılacak, Ömer Muhtar gibi kahramanlarla beraber ismi geçecek ve belki de gelecek nesil için bir kahramanlık abidesi olarak tarihe geçecekti. Tarih kendi yalanları ile beraber kayda girer. İşin aslını künhünü biz bilemeyiz. Olana yönelik değerlendirmeler, bağıl bir ön yargı oluşturur.

İdeolojiler, kendi müntesiplerini oluşturabilmek için tarihin kendilerine uygun yönlerini alıp onu canlı tutmak ve bu yönlere uygun insan profili açığa çıkarabilmek adına diğer insanları da bu tarihin bir parçası yapmak istemektedir. Önemli günler ihdas edip o günlerle beraber bir aidiyet oluşturma çabası muhakkak göze çarpar.

Her halükarda geçmişin biraz çarpıtılması, güzel gösterilmesi ve böylelikle bir hayal ürününe dönüştürülmesi tehlikesi vardır. Çünkü tarihin de sihirle ilgili bir boyutu vardır. Sihir nasıl gerçek olmayanı gerçek gibi göstermek ise anıtsal bir geçmiş ile mitsel bir kurmaca arasında bir ayrımın yapılamadığı za­manlar da vardır. Bir kesim, Osmanlı’yı ayakta tutmak, İstanbul’un fetih yıldönümünü kutlamak, Ayasofya meselesini sunmak, “Payitaht Abdülhamid”, “Diriliş Ertuğrul” gibi yapımlarla da aidiyet oluşturmak istemektedir. Bir kesim ise Atatürk, Milli Mücadele, Çanakkale belgeselleri, Cumhuriyet, Zafer, Gençlik ve Spor bayramları gibi ideolojik öğelerle bezeli günler aracılığıyla müntesiplerini tarihe taşıyarak “Bizler de bir aidiyetin parçasıyız, buna tabi olmamız gerekir.” demektedir.

Allah Müslümanları kardeş kıldığı halde tarih kardeşe kardeşini hain gibi gösterebiliyor. 600 sene beraber yaşadığımız Müslüman Araplarla, Osmanlı’nın son dönemindeki valilerin Suriye, Mısır gibi yerlerde kontrolü kaybetmesi, payitahtın kendi derdine düşmesi ve sıkıntı yaşanan bölgelerde valilerin kontrolü asıp kesmekle, Şam’da Müslüman halkı terbiye etmek için kazığa oturtmak gibi yöntemlerde görmeleri ve artık Arapların bu valilerden kurtulmak için bölgeye Osmanlı topraklarını işgal için gelen müttefiklerle anlaşması sonucu yaşanılan hadiseler sebebiyle sanki tarihi bir düşmanlığımız varmış imajı oluşturulmaktadır. Şimdi 600 sene beraber yaşadığımız bir kavimle tam da ne olduğunu bilmediğimiz konuda, tam anlamıyla anlamlandıramadığımız bir meseleden ötürü savaşmışız. Kiminle savaşmışız? Bugünkü Arapların dedesinin dedelerinin dedeleriyle... Ne biz o günkü insanlarız, ne de bugünkü şartlar o zamanın şartları. İlla tarihe bakacak isek tarihin huzur içinde yaşadığımız 600 yılına neden bakmıyoruz? Ama tarihi bir tekerrür vasıtası görürsek kıyamete kadar Araplar düşmanımızdır. Köpeğimize Arap deriz, dağınık saça arapsaçı deriz, kötü çorbaya Arap çorbası deriz, bunlar hain deriz... Araplar da tarihlerinin belli bir bölümüne bakacak olurlarsa bunlar zalim der ve ümmet tarihin prangalarından dolayı asla birleşemez.

Unutmanın bir gücü vardır. Bizler zamanın mezarcısı değiliz. Tabii ki tarihimiz önemlidir. Bir kimlik vasfındadır ama tekerrür edecek fikri toplumsal ön yargılar oluşturur.

Diğer ülkeler ve milletlerde de durum aslında böyledir. Yahudiler tarihlerine gömüldükleri, eskinin üzerine titredikleri için eskinin ortaya çıktığı koşulların kendilerinden sonra da çıkacağını zannederek hep bir korku ile yaşarlar. “Falan tarihte bunlar bize zarar verdi, filan tarihte katledildik...” derken bu tarih onlarda pranga oluşturmuştur. Ne Hıristiyanlara ne de Müslümanlara güvenmezler. Hep bir ölüm korkusu ile yaşarlar.

Geçmişin içinde güven tazeleyerek bir yol haritası çizilemez. Başımıza gelen işleri Yaratıcı ile ilişkilendirilmeden tarih net anlaşılamaz ve bilgisini ihata edemeyeceğimiz tarih bizim için tekerrür makamında olamaz.