Yazarlar anı, öykü ve romanları kaleme alırlarken çevreden beslendikleri olur. İnsanlar çevreden etkilenirler. Her yazar da az çok bu etkileşimden payına düşenler olur.
Yerli ve yabancı yazarlar (çok azı müstesna) çok güçlüklerle karşılaşmışlardır. Acı çekenler çoktur. Yazar olana kadar başlarından çok şeyler geçmiştir. Yazar olunca da bazı dramları yaşamaları da olasıdır.
Kitap fuarlarına birkaçı istisna genelde çevremdeki kitap imza etkinliklerine katılmaktayım. Kitap günleri okurlarla buluşmanın dışında isimi tanıdık veya tanınmadık yazarlarla da buluşmak manevi bir kazanç olmaktadır. Bu kitap fuarlarından biri de Nevşehir Gülşehir’de yapıldı. 2. Mantarkaya Kitap Günlerinde Esra Reis isimli bir yazarla tanıştım. Kitaplarımız aynı yayınevinden çıkmıştı. Esra Hanım da yukarıda kısaca değindiğim bazı dramları yaşayan yazarlarımızdan biridir.
Bunu nerden anladım? “Sesimi Duyan Var mı?” isimli kitabından.
Her kitap yazarın özel yaşamı hakkında genelde pek bir bilgi vermez. Bazı yazarların ifadelerinde özel yaşamını hissedebilirsiniz. Öyle bir intibaya kapılmanız mümkündür. Her ne kadar “Sesimi Duyan Var mı?” isimli kitabın künyesinde kitabın türü hakkında bir bilgi bulunmasa da “Ön Söz Öz Söz” den itibaren kitabın türü ve içeriğinin bir anı türünde olduğunu anlıyorsunuz.
Yazar Esra Hanım eşinden boşanmış, oğlu ile bir hayat yaşamaktadır. Yazar, “Yaşamın kendisi bir yolculuktur”, diyor. Ailesinden kilometrelerce uzaklıkta bir yolculuğa çıkıyor. Aslında öğretmen olan yazarın amacı görevli olarak Almanya’ya gitmekmiş ancak kader onu bir başka ülkeye götürmüş.
Kuşkusuz yaşadığı hayat bir bakıma kendi ifadeleriyle hemhal olmuş denilebilir. Yazar şöyle diyor: “Yollar her zaman insanın kendini bulabilmesi adına vardır. Yolculuklar ise kendini bulabilme yolculuğudur. Yolda olmak kendini arayıştır. Kendini bulma çabasıdır.”
Okurlar kitabı okuyunca yazar bu yolculukta kendini bulabildi mi? Diye bir soru sorulsaydı acaba ne derdi?
Esra Hanım, sanırım onca acı, korku ve hasretten sonra hele ki bir de mucize ile karşılaştığına göre kendini bulmuştur, diye düşünmekteyim.
Kitaba gelecek olursak; yazar, dil, din, ırk, coğrafya ayrımı olmaksızın çocuk her türlü güzelliği ve saflığı ile yine karşımdaydı.” Yazar bu cümlelerle farklı ülkelerde öğretmenlik yapma isteği o gezide aklına düşmüş. Öncelikle Almanya aklına gelmiş. Dil sınavı ve barajı düşünmüş, bu sırada görev yaptığı okuluna Afganistan’da açılacak olan yeni bir okul için öğretmen başvurusu yazısı gelmiş. O anda karar vermiş ve durumu oğluna açmış. Oğlu da belki bir anlık cevabı uzun süre yaşamışçasına bir anda şöyle demiş, “Sen istiyor musun anne?” Dediği anda annesine onay vermiş. Esra Hanım’ın yolculuğu böylece başlamış.
Oğlundan ayrılıyor. Zor bir durum. Ayrılığı ölümden daha fena görmüşler. Bu saikle Esra Hanım, “Oğlumdan ayrılmak ciğerimi parça parça ediyordu”, diyor.
Ankara’dan Kabil ve Mezar-ı Şerif yolculuğu Özel bir Afgan havayolları uçağı ile başlamış. Görev yapacağı okul bizim ülkemizde mahrumiyette bir köyle eşdeğer olan ancak ilçe Akça yerleşim birimine varıyor. Yazarın amacı kız çocuklarının okumasıdır.
Yazarı/ öğretmeni lojmana götürüyorlar. Bu satırlardan itibaren birkaç yerde adeta yazarla bana aynı kaderi hem yazdıklarımla hem de yaşadıklarımla dedirtti.
“Nevşehirli Kahramanlar Harp Hikayeleri” kitabımda Ürgüplü Subay Mustafa Fevzi Bey Ruslara esir düştüğünde yanındaki askerlerle birlikte boşaltılmış lojmanlara götürülüyorlar. Manzara Esra Hanım’ın yazdığıyla aynılık taşımaktadır; “Dış çevresi duvar ve tel örgülerle çevrilmiş olan, kapıda yerel polisin beklediği lojmanda hayat başlamıştı.” Yazdıklarımda ise şartlar biraz farklı olsa da polis değil askerler vardı. Başka benzer durumlar: “Banyoyu, tuvaleti ortak kullanıyorduk. Plastik içi yosun tutmuş… Alt kat yemekhane…” Subay Mustafa Fevzi ve arkadaşlarına bir hafta sonra ancak çok az miktarda ekmek verilebilmiş…
Benzer cümleler: “O tozlu avluda çok volta atardım, ruhum daralırdı…. Avluda özgürlüğe kavuşmayı bekleyen bir at gibi hissederdim kendimi.”
“Askeri Uçaklarımız…” Bölümünde Türkiye’ye gelip tekrar Afganistan’a dönüşte Kargo uçağına Mehmetçiklerle binmiş. Bu da ilk deneyimi imiş. Biz de kızımın ilk ataması yapılan Van Muradiye ilçesine gitmiştik, bir ay sonraydı deprem oldu. Ölüm korkusunu en feci bir şekilde yaşadık. Depremin şoklarını atamadık… Öğretmenlere bir imkân tanıdırlar. Öğretmen ve yakınları Askeri Kargo uçağı ile Ankara’ya gönderildiler. Biz de ilk kez bir kargo uçağı ile yolculuk yaptık.
Afganistan’da patlamalar! …
Muradiye’de akşam silah sesleri!..
Ve aynı duygular. Bir yerde savaş, diğerinde de terör illeti: “Buranın zorlu yaşam şartlarından kaynaklanan psikolojik baskının da bunu tetiklemesi çok olağandı tabii…” Hele şu cümleler deprem ve savaş anını ne kadar da örtüşüyor: “Yatağımın küçücük olan altına dört kişi girmeye çalışıyorduk. O yatak bizi koruyacaktı sanki çaresizlik işte… Silah sesleri ile çığlıklar birbirine karışmıştı.”
Biz de ise deprem sarsıntılarının seslerine karışan kelim-i şehadet getiren haykırışlarımız…
Amacım kendi yaşadıklarımızla Esra Hanım’ın yaşadıklarını kıyaslamak asla değildir.
Esra Hanım üç dört kez Türkiye’ye gidip tekrar Afganistan’a dönüyor. Savaş anında sosyal hayata uyum sağlama çabasındadır. Örneğin çöp kutusunun önünden dahi geçemediğini söylüyor. Korku ve endişe hayatın her evresinde zihninden gitmediğini anlıyoruz. Ancak yine de Türk askerleri onun için güven duygusunu da perçinliyor. Yazar şu düşünceleri ne kadar da ruhumuzu okşuyor: “Kendi uçaklarımızla ve dünyanın en güçlü Türk askerleriyle yolculuk tarif edilemeyecek yüce bir duygu ve gururdu bana.”
Kitaptan: “Gözlerim bir anda ağlamaya başlamıştı. Gözlerimdeki yaşlar sanki olacakları benden önce görmüş ve damla damla süzülmeye başlamışlardı yanaklarımdan. Ruhumun bilmediğim telaşı gözyaşlarımla akmaya başlamıştı.
“O duvar roketin içeriye girdiği dev bir yarık haline gelmişti. Ben saldırı zamanı bu duvarın önündeydim buzdolabından bir şeyler alırım diye ve yaklaşık iki dakikalık bir zaman, benim hayatımı kurtaran an olmuştu.”
Lojmana saldırıda amaç kız öğrencileri aydınlattıkları için Türk öğretmenleri kaçırmak, kaçıramazlarsa öldürmekmiş.
Lojmanda duvarlar delik deşik… Saldırılar sonrası Öğretmenleri Türk Özel Hareket Polisleri korumaya başlamış.
Bir yanda bomba yüklü araçlar, diğer yanda kız çocuklarını hurafelerle beyinlerinin yıkanmaya çalışılması…
“Kitapta yer alan bölümlerden biri de “Afganistan’ın Son Vuruşu”dur. Yazarı Paşahorda sineği sekiz yerinden ısırıyor. Kollarında bir parmağın girebileceği kadar derin yara çukurlar açılmış. Yazar yemek yiyememiş, titremiş durmuş. Bir ilaç adı veriliyor, derdine çare olarak. Adı: Penstoran. Tüm eczanelere soruyor ancak hiçbir yerde yok! Ve bir mucize gerçekleşiyor!...
Yazarın yaşadıkları unutulacak türden değil. Ancak Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra belki de esas mutluluk ve haz verici şey öğretmeni olduğu bazı öğrencilerin sınavı kazanarak Türkiye’ye eğitim için gelmeleridir. Yazar onları iki yıl sonra havaalanında karşılamış. Farklı üniversitelere ülkemizin farklı şehirlerine gideceklermiş. O karşılaşma, kavuşma anı sevgi dolu müthiş duyguları yaşatmış!
Kitap, daha çok dramatik yanıyla öne çıkıyor. Deneme tadında bir anı, yerine göre gezi ve gözlemlerden oluşan bir kitaptır. Her ne kadar “Sesimi Duyan Var mı? Kitaba dair bazı bilgileri, yaşanmış durumları ifade etmeye çalışsak da kitap okudukça okuyucuların yüreğine dokunacak niteliktedir. Heyecan ve merakla okunacak bir kitaptır.
“Sesimi Duyan Var MI?”yı okurken öykü türünde macera dolu bir kitap olarak kaleme alınsa nasıl olurdu diye düşünmeden de edemedim. Yazar yaşadıklarını, gördüklerini, izlenimlerini bir güzel merak ve ilgiyle okunacak kıvamda kaleme almış. Kitabı okurken duygu yoğunluğunu yaşamamak mümkün değil. Belki de gözyaşlarınızı tutamayacaksınız! Bu kitabı okumalısınız derim.