Ben bu şehirde doğdum…
Gülşehir’in temiz rüzgârı, Kızılırmak’ın serinliği, taş sokakların tozu üzerimize sinmiş bir halde büyüdük. Yollarımız tozluydu, diz kapaklarımızda kabuk bağlamış yaralar eksik olmazdı ama yine de günlerimiz coşkuyla, kahkahanın en saf hâliyle biterdi. Çelik çomak oynar, saklambaçta nefesimizi tutar, körebenin karanlığında bile arkadaşımızın sesini tanıyacak kadar güçlü bir bağ kurardık. Mahalle futbolunda kalelerimizi taştan dizer, top komşunun bahçesine kaçtığında kaderimize razı olup kapının önünde dua eder gibi beklerdik. Kimi komşu topumuzu gülümseyerek verir, kimisi bıçakla ikiye yarıp iade ederdi; biz de üzerine bir de fırça yerdik.
Ama vazgeçmezdik.
Koşa koşa mahalle bakkalına gider, eksik para ile yeni bir top alma çabasına girer, bazen alamaz ama yılmaz, kaldığımız yerden oyuna dönerdik. Sokaklardan seyyar dondurmacının sesi yükseldiğinde ise bütün dünya durur, toz içinde, nefes nefese kuyruğa dizilir, üzeri tozlanmış dondurmayı bile mutlulukla yalardık. Ne acıkırdık, ne yorulduğumuzu bilirdik. Annelerimizin çağrılarına kulak tıkar, oyunun büyüsünden bir türlü kopamazdık.
Gülşehir’in dibinden akan Kızılırmak da çocukluğumuzun bir parçasıydı. Yazın yakıcı sıcağında ırmağın sularına kendimizi bırakır, serinler, kıyısındaki kumsalda güneşlenirdik. Ilıca ve Araplı’nın verimli bahçelerinde yetişen nevale ve meyvelerle karnımızı doyururduk. Tabii o dönemin “kır bekçileriyle” oynadığımız köşe kapmaca da cabasıydı. O anlarda, çocukluğun masum cesaretiyle yakalanmamaya çalışır, yakalansak da kaçışı oyunun bir parçası sayardık.
Mahalle kültürü sadece bir yaşam alanı değildi; bir mektepti.
Kurşunlu Camii’nin uhrevî duruşu altında yaz Kuran kurslarında sadece harfleri değil, ahlakı, saygıyı, edebi öğrendik. Peygamber Efendimiz’in hayatından yansıyan fedakârlık ruhu, anaya babaya hürmet, insana sevgi… Hepsi hayatımızın temel direkleri oldu. Eve koşa koşa gelip öğrendiklerimizi annemize babamıza heyecanla anlatır, kendimizi bir şey başarmış gibi hissederdik. Arada çocuk aklıyla dersten kaçmaya kalksak da, yine de o manevi atmosfer karakterimizi yoğurdu.
Bağdan dönen adamın at arabası tıkırtısı hâlâ kulaklarımda.
Küfeler üzüm dolu olur, adam yol boyunca çocuklara üzüm dağıtarak ilerlerdi. Biz de sevinçle koşar, avuçlarımızı uzatırdık. O an, paylaşmanın ne olduğunu kimse bize söylemeden öğrenirdik.
Gençliğimiz ise Kepez’in rüzgârında, kale önlerinde şekillendi.
Mahalle okulunda zengin-fakir ayrımı bilmezdik; ekmeğimizi paylaşır, suyumuza ortak ederdik. Birimizin sevinci hepimizin olur, hüznü hepimize sinerdi. O yılların tertemiz aşk mektupları, kalbimizi titretirdi. Bir heyecan, bir masumiyet, bir saflık… O mektuplar hâlâ içimde bir yerlerde saklı durur; kimine göre bir kâğıt parçası, bana göre gençliğimin en temiz aynasıdır.
---
Ve Bugün…
Zaman akıyor, sokaklar değişiyor, mahalleler büyüyor, sesler farklılaşıyor…
Ama ben hâlâ o çocukluğun taş sokaklarında geziyorum.
Anlıyorum ki biz sadece oyun oynamıyormuşuz;
Mahalle bize bir ömürlük insanlık mirası veriyormuş.
Annelerimizin sitemli çağrıları ninni gibi kulaklarımda çınlıyor.
Babalarımızın akşamüstü gölgeleri hâlâ sırtımıza düşüyor.
Komşu teyzelerin kapı önüne bıraktığı bir tabak yemek, çocuk kalbimde hâlâ en büyük sofradır.
Bugün geriye dönüp baktıkça, birer birer eksilen o güzel insanları özlemle, minnetle ve rahmetle anıyorum. Çünkü onlar, farkına bile varmadan bizi biz yapan görünmez ellerdi.
Biz sadece büyümedik…
Mahallenin öğrettiği sevgiyle, saygıyla, paylaşmayla yoğrulduk.
Ve şimdi biliyorum ki:
Biz o eski mahallenin çocuklarıydık —
Ve içimizdeki mahalle hiç ölmedi; sadece sessizce yaşlandı, bilgeleşti.
Bizden sonra gelecek çocuklara bırakacağımız en önemli miras belki de budur:
Birlik olmanın, paylaşmanın, komşuluğun, büyüklerin duasının kıymetini bilmeleri…
Çünkü bir şehri şehir yapan binalar değil, insanın kalbine dokunan değerlerdir.
Ve ben, bu topraklarda doğup büyüyen bir evlat olarak,
Gülşehir’in tüm anılarına, tüm insanlarına, tüm güzelliklerine çocuk kalbimin en temiz yerinden bir teşekkür borçluyum.